Ortak tatbikatlar, eğitim faaliyetleri, askerî çalışma grupları ve stratejik diyalog mekanizmalarını içeren bu plan, tarafların bunu “bölgesel istikrar ve güvenliğe katkı” söylemiyle sunmasına rağmen, Türkiye açısından dikkatle analiz edilmesi gereken çok katmanlı bir gelişmedir.


Öncelikle altı çizilmesi gereken husus şudur: Doğu Akdeniz, artık sadece enerji kaynakları ya da deniz yetki alanları meselesi değildir. Bölge, askerî ittifakların, diplomatik bloklaşmaların ve büyük güç rekabetinin iç içe geçtiği stratejik bir satıh hâline gelmiştir. İsrail–Yunanistan–GKRY hattında şekillenen bu tür askerî yakınlaşmalar da, salt teknik savunma iş birliği olarak değil, Türkiye’yi çevreleyen güvenlik mimarisinin yeniden inşası bağlamında ele alınmalıdır.


Bu noktada soğukkanlı olmak zorundayız. Devlet aklı, refleksle değil hesapla hareket eder. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki tezleri; uluslararası hukuka, sahadaki fiilî varlığa ve tarihsel sürekliliğe dayanmaktadır. Ancak kabul etmek gerekir ki, son yıllarda Türkiye karşıtı aktörler askerî ve diplomatik eşgüdümü artırırken, meseleyi “Türkiye’yi dışlama” zemininde tutmaya özen göstermektedir. Üçlü askerî planın psikolojik ve diplomatik boyutu da tam olarak burada ortaya çıkmaktadır.


İsrail açısından bu iş birliği, enerji güvenliği ve deniz hattı emniyetinin yanı sıra, bölgedeki askerî derinliğini artırma çabasıdır. Yunanistan ve GKRY içinse mesele, Türkiye ile birebir rekabet edemedikleri alanlarda çoklu ittifaklar üzerinden denge kurma stratejisidir. Bu tablo, Ankara için yeni değildir; ancak artık daha kurumsal ve planlı bir hâl aldığı açıktır.
Burada kritik soru şudur: Türkiye bu süreci nasıl yönetmelidir?
Cevap net olmalıdır: Askerî sertleşme diliyle değil, çok katmanlı diplomasiyle. Türkiye’nin askerî kapasitesi ve caydırıcılığı zaten bu coğrafyada tartışma konusu değildir. Tartışma konusu olan, bu gücün nasıl ve ne zaman devreye sokulacağıdır. Gereksiz sert çıkışlar, Türkiye’yi “istikrar bozucu aktör” gibi gösterme çabasına hizmet ederken; akıllı diplomasi, bu tür üçlü blokların iç tutarlılığını zamanla zayıflatır.


Ankara’nın atması gereken adımlar birkaç başlıkta toplanabilir:
Birincisi, İsrail ile ilişkilerin kontrollü ve rasyonel bir zeminde tutulmasıdır. Doğu Akdeniz’de İsrail’i tamamen Yunan–GKRY eksenine iten bir diplomatik kopuş, Türkiye’nin lehine değildir. Enerji, ticaret ve bölgesel güvenlik başlıkları; Ankara’nın elinde hâlâ önemli diplomatik kaldıraçlar barındırmaktadır.

İkincisi, Yunanistan ile kriz yönetimi mekanizmalarının açık tutulmasıdır. Rekabet kaçınılmazdır; ancak rekabetin askerî tırmanmaya dönüşmesi, Atina’nın arzuladığı uluslararasılaşma zeminini güçlendirir. Türkiye’nin yapması gereken, Ege ve Doğu Akdeniz’i “kriz alanı” değil, “müzakere alanı” olarak tutabilecek diplomatik kanalları canlı tutmaktır.

Üçüncüsü, uluslararası kamuoyuna yönelik dilin dikkatle seçilmesidir. Türkiye’nin tezleri güçlüdür; ancak bu tezlerin anlatımı, hukuk ve istikrar vurgusundan kopmamalıdır. Sert söylem iç siyasette alkış alabilir; fakat dış politikada maliyeti yüksektir.

Son olarak şunu açıkça ifade etmek gerekir: Doğu Akdeniz’de kalıcı güç, sadece askerî tatbikatlarla değil; akıl, sabır ve diplomatik derinlikle inşa edilir. Türkiye’nin tarihsel devlet tecrübesi, bu tür dönemlerde aceleci değil, zamanla kazanan bir çizgiyi tercih ettiğini defalarca göstermiştir.


Bugün yapılması gereken, üçlü askerî planları panikle karşılamak değil; bu planların sürdürülebilirliğini sorgulayan, diplomatik manevra alanını genişleten ve Türkiye’yi oyunun dışında değil, merkezinde tutan bir stratejiyi kararlılıkla sürdürmektir. Devlet aklı tam olarak bunu gerektirir.

Mehmet Emir Aksoy