İnsan, iyi ya da kötü her işini bir sebebe dayanarak yapar. Bu sebep ya tabiatıdır ya da bir emir ve kanundur. Tabiatı icabı olan şeyler, aklı, düşüncesi ve tecrübeleri sonucunda yaptığı işlerdir. Böyle işler, zamanla ve cemiyetin etkisiyle değişmez. İkinci sebep ise emir ve kanunlardır; bunlar ya bir cemaatin ya da bir milletin ortak düşüncesinden doğar. Buna (Rüsûm) ve (Âdet) denir. Ya da bir tanınmış âlim, tecrübeli ve otorite sahibi kimse tarafından ortaya konur. Peygamberler, evliya ve krallar, diktatörler de böyledir. Peygamberler, evliya ve âlimler tarafından bildirilen, Allah’ın emirleri ise üçe ayrılır:
Birincisi, herkesin ayrı ayrı, yalnız olarak uyması gereken emirlerdir. Bunlara (Ahkâm) veya (İbadetler) denir. İkincisi, insanlar arasında karşılıklı olarak uyması gereken emirlerdir. (Münâkehât), yani evlenme işleri ve (Mu’âmelât), yani alışveriş işleri, böyledir. Üçüncüsü, memleketleri ve cemiyetleri kapsayan emirlerdir. Bunlar, (Hudûd), yani (hukûkî) ve (siyâsî) işlerdir. Bu üç ilim dalına (Fıkh) bilgisi denir. Fıkıh bilgileri ve bu işleri düzenleyen emirler veya bunların tatbik edilmeleri, zamanla ve memleketlere göre değişir. İşte, Allah’ın dinlerde yaptığı nesihler, yani değişiklikler de böyle emirlerde olmuştur. Mesela, Âdem aleyhisselâm zamanında insanların çoğalması gerekirdi. Bunun için bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi câizdi. İnsanlar çoğaldıktan sonra buna gerek kalmadı ve haram oldu.
İnsan, etrafındaki yerleri, gökleri ve yıldızlar gibi milyarlarca gök küresinin boşlukta döndüğünü, asırlar boyunca çarpışmadıklarını, yeryüzünde sıcaklık, basınç, hava, su miktarlarının ve yapılarının, hareketlerinin hayata uygun olarak ayarlandığını, insanların, hayvanların, nebatların, cansız maddelerin, atomların, hücrelerin, kısacası lise ve üniversitelerde incelenen sayısız varlıkların yapılarındaki ve hareketlerindeki nizamı, düzeni, uygunluğu görerek, bunları yapan ve yaratan kudretli, bilgili bir varlığın bulunduğunu kabul etmek zorunda kalır.
Aklı olan kimse, kâinattaki ve bedenindeki bu azameti, bu intizamı görerek hemen Allah’ın varlığına inanır ve Müslüman olur. Nitekim, 1966 yılında Müslüman olan İsviçreli felsefe profesörü, gazetecilerin sorularına karşılık olarak şöyle demiştir: "İslâm kitaplarını inceleyerek doğru yolu buldum. İslâm âlimlerinin büyüklüğünü kavrayabildim. İslâm dini, olduğu gibi anlatılsa, bütün dünyada aklı olan herkes seve seve Müslüman olur."
Bir insan, tabiatı ve kendisini inceleyerek Müslüman olduktan sonra, Ehli-i Sünnet âlimlerinin kitaplarından Hz. Muhammed’in hayatını ve güzel ahlâkını öğrenirse, imanı kuvvetlenir. Ahlâk bilgisi öğrenerek, iyi ve kötü huyları, faydalı ve zararlı işleri anlayarak, iyi işleri yapar, dünyada kâmil ve kıymetli bir insan olur. İşleri muntazam ve kolaylıkla gerçekleşir. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Kendisini herkes sever. Allah ondan razı olur. Ahirette ise, Allah’ın merhametine ve mükâfatlarına nail olur.
Saadete kavuşmak için iki şey gereklidir. Mesut ve bahtiyar kimse, bu iki şeye kavuşan kişidir. Bu iki şeyden birincisi, doğru ilim ve iman sahibi olmaktır. Bu da, fen derslerini ve Hz. Muhammed’in hayatını, ahlâkını öğrenmekle elde edilir. İkincisi ise, iyi huylu ve iyi hareketli insan olmaktır. Bu da, fıkıh ve ahlâk ilimlerini öğrenmek ve bunlara uymakla mümkündür. Bu iki unsuru elde eden kimse, Allah’ın rızasına ve sevgisine kavuşur. Çünkü Allah, sonsuz ilmiyle her şeye âlimdir. Meleklere ve peygamberlere çok ilim vermiştir. Onlarda hiçbir ayıp, kusur veya çirkinlik yoktur.
İnsanların ilmi ise pek azdır ve imanları ya bozuk ya da kötü huylarla karışmış ve kötü işler ile kirlenmiştir. Bu nedenle insanlar, Allah’a, meleklerine ve peygamberlere uzak, onlara kavuşma şerefinden mahrumdur. İnsan, fen bilimlerinde tabiatı inceleyip tembel ve cahil kalırsa, hakiki imana, itikada kavuşamaz ve Hz. Muhammed’i doğru tanıyıp imanını kuvvetlendirmezse, sonsuz felakette ve sıkıntıda kalanlardan olur.
Eğer hakiki imana kavuşursa ve nefsine tâbi olmayıp, Allah’ın emir ve yasaklarına uyar, saadete kavuşur ve Allah’ın rahmetinden, affından mahrum kalmaz. Fakat yaptığı kötülükler kadar azap görür, yanar ve Allah’ın rahmetine kavuşması güç olur. İmanı olduğu için, sonunda yine rahmete kavuşur. Cehennem ateşi, kötülüklerinin kirlerini temizler ve onu Cennet'e girmeye lâyık temiz bir şekle sokar.
Görülüyor ki, bütün saadetlerin ve rahatlıkların başı, kâmil iman sahibi olmaktır. Herkesin, kalbini yanlış inançlardan ve şüphelerden kurtarmaya çalışması gerekir. Bir kimse, doğru imana kavuşur, ahlâkı güzel ve işleri iyi olursa, yüksek ruhlara, yani peygamberlere, evliyalara ve meleklere benzer ve onlara yaklaşır. Onlar tarafından çekilir. Tıpkı dağ kadar büyük bir mıknatısın veya yüksek gerilimli bir elektromanyetik alanın bir iğneyi çekmesi gibi, o kişi yüksekliklere doğru çekilir. Sırat köprüsünü şimşek gibi hızla geçer. Cennet bahçelerinde, kalbine ve ruhuna uygun olan nimetler içinde sonsuz bir rahatlık içinde olur.