Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Yusuf Tekin’le röportaj

- Sayın Prof. Dr. Yusuf TEKİN, öncelikle röportaj talebimi kırmadan kabul ettiğiniz ve
zaman ayırdığınız için Size teşekkürlerimi sunarım. Efendim, dilerseniz sorulara
başlayalım…
- Öncelikle hoşgeldiniz. Sizin aracılığınızla benim kalben çok yakın olduğum Azerbaycan
Türklerine çok selam ve saygılarımı iletiyorum. Hem kişisel olarak, hem de kurumsal olarak
Azerbaycanlı öğrencilerimizi kendi öğrencilerimiz, kendi çocuklarımız gibi kabul ediyor,
Azerbaycan’daki akademisyen arkadaşlarımızı da kendi mesai arkadaşımız gibi kabul ediyor
ilişkilerimizi bu şekilde geliştirmeyi tercih ediyoruz. Daha önceki görevlerimde de benzeri
şeyleri yaptım. Sizin vesilenizle aynı duyguları bir kez da daha dile getirmiş oluyorum.
-Teşekkür ederiz. Sayın Rektörun, ilk sorum böyle; Genç bir üniversite olan Ankara
Hacı Bayram Veli Üniversitesi Gazi Üniversitesi’nden ayrılarak kuruldu. Üniversitenin
kuruluş sebebini bir de sizden dinleyebilir miyiz? Neden böyle bir ihtiyaç duyuldu?
- Yükseköğretimin tarihçesine baktığımızda, yükseköğretim kurumları belli tarihten itibaren
sayıca artmaya başlıyor. Dünyanın bütün ülkelerinde böyle; Kurulan üniversitenin bünyesinde
çok farklı yapılarda eğitim birimleri ortaya çıkıyor. İşte Batı'da üniversitelerin kurumsallaşması tarihçesine baktığınızda bunu görüyorsunuz. Türkiye'deki üniversitelerin kurumsallaşmasına da baktığınızda aynı şeyi görüyorsunuz. Bir çatının altında çok farklı disiplinlere ilişkin öğretim sürecinin verildiği üniversiteler, zamanla uzmanlaşıyor, tematik
hale geliyorlar. Yani, her üniversite belli alanlarda kendisini ayrıcalıklı pozisyona ulaşıyor ve gelişiyor. Yüksek öğretimde de benzer bir çerçeve var; Üniversite kuruluyor, kurulduktan sonra Batı'daki modern üniversite yapısına baktığımızda üniversitede belli temalar etrafında odaklanmaya başlıyorlar. Türkiye'de de üniversiteler, özellikle, cumhuriyet sonrası sayıca artmaya başlıyor. 1980 ve 2000 yıllar arasında üniversitelerin sayısı artmaya devam ediyor.
2002-den sonra da bugün Türkiye'de 200 üzerinde üniversite var; Devlet ve vakıf üniversitesi olmak üzere.
Şimdi dünyadaki gelişmeleri paralel izlediğimiz zaman sayının artması doğal, ama sayı arttıktan sonra bu sefer niteliğe odaklanmak gerekiyor. Niteliğe odaklanma sürecinin işleyişine baktığımızda belirli alanlarda uzmanlaşan üniversite kavramı ön plana çıkıyor. Ben daha önceki görevim vesilesiyle de hep bunu temin etmeye çalıştım; Yeni üniversiteler
kurulsun, ama belli temalar etrafında odaklansınlar.
- Konuyu biraz daha açarsak?...

- Mesela, sağlık üzerine odaklanan üniversiteler olsun. Mühendislik, teknoloji gibi konular üzerine odaklanan üniversiteler olsun. Bir de sosyal bilim ağırlıklı üniversiteler olsun. Dersek, aşağı yukarı bu uzmanlaşmanın en azından başlangıç düzeyde gerçekleştirmiş olabiliriz diye düşünüyorum. Bir diğer konu, maalesef doğu toplumlarında sosyal bilimlerle ilgili bir önyargı var. Pozitif bilimler, mühendislik, sağlık gibi bilim alanları hep sosyal bilimlerin önünde kabul ediliyor. Halbuki Batı toplumlarına baktığımız zaman böyle bir kategorize yok. Orada sosyal bilimleri, diğer bilim alanları ile eşit düzeyde kabul edilip, kaynak ayrılıyor, çalışmalar yapılıyor. Bizde sosyal bilimler üniversite yapılanması bağlamında biraz geri planda kaldı ki bu sadece bizim için geçerli değil. Bizimle aynı kültüre sahip birçok ülkede benzeri bir durum var. Sosyal bilimler daha geride kabul ediliyor. Bu yüzden ben Ankara'da sosyal bilim ağırlıklı bir üniversitenin varlığı çok önemli. Bölünmenin önemli gerekçelerinden bir tanesi de öğrenci ve personel sayısı açısından yüz bin rakamına yaklaşan bir büyüklüğün ortaya çıkmış olması.
- Bu durum ne tür problem yaratıyor?
- Şöyle, bu hem idareci, yönetici açısından, hem bütçe, kadro ve benzeri planlamalar açısından yönetilebilir olmuyor. Dolayısıyla, Türkiye'deki üniversitelerin de bu anlamda hem belli alanlarda uzmanlaşması, hem yönetilebilir büyüklüğe çekilmesi açısından üniversitelerin bu şekilde bölünmesi gündeme geldi. Bu üniversitelerin bir tanesi Gazi Üniversitesiydi.
Gazi Üniversitesi de bünyesinde hem sağlık, hem mühendis, hem sosyal bilimler ağırlıklı birimler vardı. Öğrenci sayısı itibariyle 80 bine yaklaşan, akademik personel itibariyle yaklaşık, 5 binin üzerinde personeli olan bir üniversite idi. Hal böyle olunca Gazi Üniversitesi'nin de bu anlamda tematik bir hale getirilmesi gündeme gelmişti. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi bu anlamda Gazi Üniversitesi’nin bünyesinden sosyal bilimler ve sanatla ilgili bir birimlerin alınarak farklı üniversite oluşturması sonucu doğdu. 2018 yılında kurulan üniversitemizin temel vizyonu, temel hedefi; Türkiye’de sosyal birimler ve sanat konusunda parmakla gösterilir bir üniversite olması ve bu konudaki akademik yeniliklere öncülük etmesi. Ben kurucu rektör olarak, 2018 yılında göreve başladım. 4 yıllık süre içerisinde bu vizyona uygun bir şekilde üniversiteyi daha nitelikli bir pozisyona taşımaya çaba sarf ettik.

- Sayın rektörüm, nasıl düşünüyorsunuz, üniversitenin kalitesi öğrenci sayısıyla mı ilgili,
fakülte sayısıyla mı ilgili? Netleştirirsem, Size göre, kaliteli üniversite nedir?
- Şimdi bir kere öğrenci sayısı çok olan üniversite daha kalitelidir yaklaşımı külliyen yanlış.
Ayni şekilde, kampüsü çok güzel olan, çok güzel yapılmış binaların olduğu üniversite de nitelikli üniversitedir önermesini de kabul etmiyorum.
-Peki, bir üniversitenin nitelikte olduğunu nasıl anlayacaz?
- Açıklayayım; Üniversitenin ülkenin içinde yaşana problemlere çözüm üretme kapasitesi var
mı? Akademik olarak ürettiği bilgiler ülkenin problemlerinin çözümüne katkı sağlıyor mu? Ben buna bakıyorum. Üniversitelerin niteliğinin, topluma, devlete, ülkeye ürettiği katma değerle ve bilime kattıklarıyla ölçülür. Eğer böyle bir katma değeri üretiyorsa, o üniversite bana göre nitelikli üniversitedir. Eğer böyle bir katma değer üretmiyorsa, o üniversite israftır, nitelikli üniversite değildir. Biz de, üniversite olarak kendimizi bu anlamda, hem akademik bilgi üreten, ama bu bilgiyi üretirken de topluma, devlete, ülkeye bölgeye faydası olabilecek bilgi üretmeyi hedefliyoruz. Benim gözümde kaliteli, nitelikli üniversite budur. Onun dışındaki şeyler işin tali kısımları; uluslararası yayın sayısının tutun, öğrenci sayısına kadar. Bunların hepsi daha benim gözümde ikinci planda gelen şeylerdir. Burası eğer bir üniversite
ise, örnek olsun diye söyleyim, sosyal bilimler bilimler üniversitesinden biz ne istiyoruz? Türkiye'nin komşularıyla ilişkilerine, komşularıyla aralarındaki problemlerin çözümüne formüller üretecek, çözümler üretecek bir üniversite olmamız lazım. Mesela biz, Azerbaycan ile Türkiye ilişkilerini ya da genel anlamda, Türkiye Cumhuriyetleriyle Türkiye ilişkilerini geliştirebilecek argümanlar üretiyorsak ve bunu devlete, yöneticilere sunabiliyorsak, biz nitelikli üniversiteyiz. Bir üniversitenin yaratacağı farkındalığı burada aramamız gerekir. Bize ürettiğimiz nitelikli yayınlarımız bizim bu ülkenin problemlerini çözmek ve ya çözüm üretmek adına bir şey veriyor mu, vermiyor mu? buna bakmak gerek.

- Sayın Rektörüm, Türkiye'de tarihi kadim olan çok prestijli üniversiteler var. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi ise daha yeni yarandı. Ve hala öğrencilerin kafası karışık; Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesini Gazi Üniversitesi zann edenler de var vb. Böyle bir ortamında Siz üniversitenizi tanıtma açısından ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
- Şimdi şöyle, bu tür üniversitelerin tanınması için böyle bir yıllık 2 yıllık 3 yıllık sürede biz üniversiteyi tanıttık demek hayal. Gazi Üniversitesi bu kimliğine yaklaşık 40 yıllık bir sürede kavuştu, tanınırlığını sağladı. Ben 1989 yılında Ankara Üniversitesi'nde öğrenciydim. Gazi Üniversitesi’ne hiç öyle tanınan üniversite gözüyle bakmıyorduk. Bizim HBVÜ olarak hedefimiz on yıl içerisinde özellikle, bizim ilgi alanımıza giren bölgeden öğrenci çekmek: Bir tanesi Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, bir tanesi de Kuzey Afrika. Biz buraya odaklandık ve oralardaki akademisyen çevrelerle çok sayıda işbirliği protokolü imzaladık. Mesela, Azerbaycan'da çok sayıda üniversiteyle iş birliği protokollerimiz var, akademik
işbirliklerimiz var, öğretim üyesi dönüşüm programlarımız var. Bunu çok sağlıklı bir şekilde yürütüyoruz. Bir de, ülke büyükelçilikleri üzerinden tanıtım faaliyetlerimizi yapıyoruz. Türkiye'de yurtdışından öğrenci getirmek konusunda yetkili olan Yurtdışı Türkler Akraba Topluluklar Başkanlığı ile çok yakın ortak çalışmalarımız var. Bizim azımsanmayacak
düzeyde yabancı öğrenci sayımız var.
- Yabancı öğrenciler için DİLMER var…
- Evet, DİLMER üzerinde çok fazla şey yapıyoruz. Bizim misyonunu devr aldığımız başka bir yapı da var; TODAİE. (Red.: Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü) TODAİE bu bölgedeki ülkelere yönetici yetiştirmek üzere kurgulanmış. Biz onun misyonunu da devraldık. Yani, öğrenci dışında bu tür işler de yapıyoruz. O bölgelerde Türkiye gelen kısa ve ortası
vadeli sürelerle eğitim almak isteyen yöneticilere eğitimler veriyoruz. 
- Hocam, “TODAİE” nedir, ne iş yapar?

- TODAİE ile ilgili olarak şunu söyleyeyim; Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü, ikinci dünya savaşından sonra Türkiye'de kurulan yapılardan bir tanesi. Türkiye kendi hinterlandında ki özellikle, Orta Doğu Orta Asya bölgesindeki ilişkili olduğu ülkelerde yöneticilerin davet edilip, Türkiye'de belli sürelerle eğitim veren, hem yönetim becerileri
açısından, hem Türkiye ilişkileri açısından katkı veren bir konumda idi. Türkiye'de üniversite sayısı artınca bu işleri üniversiteye devredilmesi doğru olacağı düşünüldüğü için TODAİE kapatıldı misyonu bize devredildi. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına oralardan getirdiğimiz kardeşlerimiz, işte yönetici paydaşlarımız bizim bünyemizde ilişkilerimizi
geliştirmek amacıyla misafir edilip, çeşitli programlar alıyorlar.
- Hocam, bildiğim kadarıyla şu an itibariyle HBVÜ’de Gazi kökenli birçok akademisyen ve idari görevli mevcut. Peki, bu minvalde Gazi’nin bir “akademisyen
ihracı” misyonu olduğunu söyleyebilir miyiz? (özellikle, eğitim yönetimi alanında…)
- Akademik kadroyu zaten Gazi Üniversitesinden aldık. Gazi Üniversitesi'nden bazı fakülteler bize bağlandığında hocalar da bizde oldular. Dolayısıyla, sadece fakültelerdeki hocalarımızın bağlı oldukları rektörlükler değişti. Biz Gazi Üniversitesi'nin bünyesinden çıkmış bir üniversiteyiz…


- Sayın Rektörüm, izninizle, biraz da eğitim politikaları üzerine konuşalım; Bildiğim kadarıyla, Eğitim Bakanlığında müsteşar olduğunuz zaman yeni eğitim politikalarının oluşturulması konusunda önemli çalışmalar yürütmüşsünüz. Bu çalışmalardan bahsetmenizi rica edeceğim…

- Evet. Ben üniversiteyi bitirdikten sonra meslek hayatıma araştırma görevlisi olarak başladım. Sonra öğretim üyeliyi yaptım. 2011 yılında da üniversiteden bürokrasiye geçtim. Yaklaşık iki yıl bakan yardımcılığı yaptım. Sonra 2013 yılından itibaren 2018 yılının Ağustos ayına kadar yaklaşık 5 yılı aşkın bir süre Milli Eğitim Bakanlığında Müsteşarlık görevini
yerine getirdim (Türkiye'de bakanlıklarda siyasi işleri bakan yürütür, onun dışındaki idari işleri, politikaları hayata geçirmek, bakanlık bürokrasisini yönetmek işlerine parlamenter sistemle yönetirken, müsteşarlık makamı yürütüyordu). Müsteşar dediğiniz şey, bakan siyasi bir otorite, müsteşar idari otorite. Türkiye'deki genel anlamda eğitim sisteminin ana
yöneticilerinin bir tanesiydim. Eğitim politikalarını oluşturan, hayata geçiren, paydaşlarla paylaşıldığı, tanıtıldığı bir pozisyonda bulundum. Bu Türkiye için oldukça kritik bir görevdi o tarihlerde...
- Sebep?
- Çünkü benim müsteşar dönemim çok stresli bir şeyle, dershane dönüşüm süreciyle başladı.
Aslında, malum, FETÖ darbesi de bu noktada başladı...
- Bir az da detaylandırarsak…
- Şöyle söyleyeyim; Şimdi devlet bütçe, kaynak, personel ayırıyor ve bir eğitim politikası hayata geçiriyor. Eğitim dediğimiz şey, modern devletlerde devletin sahip olmak istediği vatandaş profilini ortaya çıkarmak için kullandığı araçlardan bir tanesi. Yani, diyor ki ben şu türden bir vatandaş istiyorum. Benim vatandaşlarımızın şu becerilere sahip olması lazım, şu yetkinliklere sahip olması lazım ve şu değerlere de sahip olması gerekir. Sonra birileri çıkıyor, devletin bu kadar kaynak ayırdığı bir alanda diyor ki ben devletin bu yaptıklarını tanımıyorum. Bunun yerine, devletin okuluna giden çocuğu alıyor, dershaneye götürüyor, orada beynini yıkıyor. Hem beynini yıkıyor, hem devletin uygulamaya çalıştığı eğitim politikalarını işlevsiz hale getiriyor. Yani devletin kurguladığı sistemi sabote ediyor. Bunun siyaset bilim literatüründeki adı “vesayettir”. Yani, bir vesayet kurgulamış oluyor. Ben Milli Eğitim Bakanı Müsteşarlığında göreve başladığımda devletin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütçesinin çok önemli bir kısmı eğitim bütçesine ayrılmıştı. Şimdi devlet bu kadar kaynak ayrılıyor, bu kadar iş yapıyor ama haince bir grup devletin bütün bu işlerini bir tarafa bırakıyor, sabote ediyor; bunun altından kurtulmak gerekiyordu. Bu eğitim politikalarını tamamen işlevsiz hale getiren bir yaklaşımdı. Bunu bir şekilde ortadan kaldırmak gerekiyordu.


- Peki, bu konuda Siz neler yaptınız?
- Şüphesiz ki, eğitim politikalarının hayata geçmesi ve başarılı olabilmesi için okullarınızın dominant olması lazım. Sizin burada verdiğiniz eğitimin hayata geçmesi lazım. Birileri sizin hayata geçirmek istediğimiz politikayı sabote ediyorsa, buraya ayırdığınız kaynağın bir esprisi yok. Bir örnek olsun diye söyleyeyim: Yaklaşık, 18 milyon öğrenciye yani, ilkokul, ortaokul ve lisede okuyan 18 milyon öğrenciye devlet bedava kitap dağıtıyor. Bu AK Parti hükümetleri döneminde başladı. Yıllık yaklaşık, 450 milyon adet kitap basıyor ve dağıtıyor. Bu kadar kaynak ayırıyorsunuz, sonra biri çıkıyor diyor ki bu kitaplarda öğretilen şeyler yanlıştır, sınavlarda çıkmıyor. O zaman ne oluyor? Senin bu bütün ayırdığın kaynak, zaman,
emek hepsi boşa gidiyor. Çocuk artık bu kitabın kapağını açmıyor. Dershanede verilen bilimselliği, ülke politikalarına uygunluğu, ülkenin değer yapısına uygunluğu tamamen hiç kimse tarafından denetlenmemiş bir materyali çocuğun eline veriyor. Bu ihanettir, Şahla hanım. Sayın Cumhurbaşkanımız bunun önüne geçmek için, dershanelerin özel okula dönüşüm sürecini başlattı, Dershane açacağına bir kişi, gitsin özel okullar açsın dedi. Ama bu politika değişikliği hain terör örgütünün (FETÖ) işine gelmediği için kabul etmedi.


- Hocam, dershaneyle özel okulun ne gibi farkı var?
- Özel okul kurulurken devletin eğitim politikasına sadık kalma taahhüdünde bulunuyor ve denetleniyor. Yani, geliyor bana diyor ki ben şöyle okul açacağım. Ben de diyorum ki okul açmak istiyorsan, şartlarım bunlar, buna uygun davranacaksın. Veliyi, çocuğu, devleti kandırmayacaksın, devletin sistemini sabote etmeyeceksin. Bu şartları önüne koyuyoruz, kabul ediyor, okulu açıyor. Ben de devlet olarak ne yapıyorum? Gidiyorum onu denetliyorum. Bakalım, bu şartlara uyuyor mu?..


- Peki, dershaneler denetlenemez miydi?
- Dershaneler tamamen bunun dışında… Ürettiği materyali devlet denetlemiyor; kim ders veriyor, hangi öğretmen ders veriyor bilmiyoruz. Veliden kaç lira alıyor, öğrenciye bunun karşılığında kaç saat ders veriyor, hiç bir şey bilmiyoruz. Böyle bir şey olmaz! Dolayısıyla o zaman özellikle, de ilk yapılması gereken şeylerden bir tanesi devletin hayata geçirmek
istediği, uygulamak istediği eğitim politikalarını sabote eden unsurları sistemin dışına çıkarmak gerekiyordu. Dershaneleri çağırdık. Dedik ki size biz bir seçenek sunuyoruz; özel okul olacaksınız. Özel okul olursanız, buyurun, devam edin, biz de size katkı verelim. Özel okul olmayacaksınız, kusura bakmayın, bu halinizle devam edemezsiniz. Türkiye'de sektörün
bir kısımı bizi kabul etti. Ama bugün FETÖ dediğimiz - 15 Temmuz darbesini yapan yapı dedi ki “ben kabul etmiyorum”.


- Peki, neden kabul etmediler?
- Çünkü onun maksadı farklıydı… Bunun üzerine, 2013'te biz dershane kanunu hazırladık. FETÖ de hükümete savaş ilan etti. Dershane kanunu meclise sevk edileceği zaman 17- 25 Aralık 2013 yılında hükümete karşı yargı personeli üzerinden darbe teşebbüsünde bulundular. Cumhurbaşkanımızı, bazı üst düzey bakanları ve cumhurbaşkanımızın ailesini yargılayıp hapse atmaya yönelik bir girişim başladı... Dolayısıyla, bunu şunun için anlattım. Biz ne kadar doğru bir yerden girmişiz, demişiz ki devlet otoritesine karşı çıkmak, devletin vermek istediği eğitim sürecine karşı çıkmak isteyen yapılar devletin politikasını sabote ediyor. 

- Başka neler yapıldı o süreçte?
- Yaptığım şeylerden bir tanesini daha söyleyim, o da çok önemli. Şimdi devletler kurulurken bizim Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, kuruluşun müteakip bir eğitim felsefesi inşa etmiş; devletten istediği şey - devletin okullarda eğitimden istediği şey, devletim çizdiği profille bir vatandaş yetiştirmek. Ama bu konular dünyada çok hızlı gelişen bir süreç. Çağdaş gelişmeleri izlemek gerekiyor; Hem eğitim programları açısından, hem araçlar açısından hem de materyal açısından bunu izlemek, sık sık dönüştürmek gerekiyor. Uzun yıllar bu konularla ilgili o felsefe devam etmiş. Biz 2015 yılında bir süreçte başlattık ve dedik ki bu müfredatı revize edeceğiz. Müfredat değişikliği yaptık ve 2017 yılında hayata geçirdik.

Bu müfredat değişikliğinde de şunu öngördük;
1) Çağdaş gelişmeleri sisteme entegre etmek.
2) Çocuklara zaman içerisinde aşırı derece yüklenme içeren bir müfredat oluşturulmuş, onu ayıkladık, yani bunların bir kısmını yüksek öğretimde alsın diye onun dışına çıkarttık,hafifletmiş olduk. Bir de bu müfredatın içerisinde Türkiye devletinin vatandaşı olmanın gerektirdiği hassasiyetleri, değerleri, müfredatın içerisine yerleştirmeye çaba sarf ettik. Bu da benim için önemli bir şey. Başka şey daha söyleyim; Yine bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti'nde yaklaşık 70 bin civarındaki okulun ve yaklaşık 700 bine yakın dersliğin her birisinde akıllı tahtalar kurduk. Öğretmen ders anlatırken, artık tebeşir de anlatmasın, etkileşimli tahta ile ders anlatsın diye okullarımızın tamamında bu tahtaları koyduk. Etkileşimli tahta dediğimiz bunlar bütün Türkiye'deki okulların hepsinde kuruldu. Aynı şekilde bütün okullara fiber optik ağlarla internet erişim hizmeti sağlandı. Şu anda Türkiye'nin her tarafındaki öğretmen tahtasının başına geçiyor, internete giriyor, Milli Eğitim Bakanlığı'nın sistemindeki yardımcı materyalleri, öğretmenimiz Milli Eğitim Bakanlığı'nın EBA diye bildiğimiz yapısında o dersi anlatmak için yüklenen yardımcı videolar var, (onların hepsi Milli Eğitim Bakanı'nın denetiminden geçmiş; hem pedagojik olarak hem akademik olarak hem de yöntem olarak) onları açıyor, ders anlattıktan sonra öğrenciye oradan da destek vermiş oluyor. Şu anda bütün okullarımızda internet erişim hizmeti var ve bunların hepsinin parasını da devlet merkezi bütçeden ödüyor. Bunların hepsini biz o kısa beş sene müsteşarlık döneminde yaptık. Dolayısıyla, eğitim politikalarının oluşumunda, hayata geçirilmesinde ciddi ciddi katkılarımız
oldu.


- Peki hocam, Sizce, bu çalışmalar bugünkü eğitim sisteminin gelişimine ne kadar katkı
sundu? Nasıl bir değişim oldu? Sonuçlara dair görüşleriniz nedir?


- Tabi ki bunların analizlerinin uzun süre yapılması gerekiyor. 2017 yılında müfredatı değiştirdikten sonra en azından bir kuşağın bu eğitime göre mezun olması gerekir. Ama bizim beklediğimiz, öngördüğümüz değişikliğin şöyle olmasını bekliyoruz:

1) Çocuklarımız gereksiz ve kendi kapasitesinin üstündeki bilgileri öğrenmek zorunda kalmadı. Bu önemli.

2) Çocuklarımız, derste öğrendikleri şeyin toplumsal hayatta kendilerine ne tür bir katkı sağlayacağına dair, yani analitik düşünceyi, analitik düşünebilme becerilerini biz müfredatın içerisine yerleştirdik. Eskiden öyle değildi; çocuk bir şey öğrenir, ama neye faydası var? Bunu analitik olarak müfredatta karşılığı yok, bunu da vermeye çalıştık. Bir de daha önemlisi, biz bütün derslerin müfredatına, bu toplumu bir arada tutan, toplumun yapısını gelecek kuşaklara aktarabilecek nitelikteki temel referans değerlerimizi çocuklarımıza vermeye çalıştık. Yani, biz niye bir milletiz, hangi vasfımız bizim millet olarak tanımlamamızı gerektiriyor? Bu millet vasfının devam etmesi için çocuklardan, öğrencilerden, gençlerden beklentilerimiz neler? Bunları da derslerin içerisinde örtük ya da açık olarak çocuklarımıza vermeye çalıştık. Bizim
öngörümüz yani, bir kuşak bu eğitimi aldıktan sonra bu daha ölçülebilir bir hale gelecek inşallah.


- Peki, Sizce, gençler beklediklerini bu eğitim politika değişimleri sonucunda ala bildiler mi?
- Şöyle, mesela müfredat değişikliğini yaparken yaklaşık olarak 200 bin kişiyle görüştük.
- Bu hangi kesimdi?


- Bunun içerisinde öğrenci var, yani halihazırda Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde okullarda öğrencilik yapan kişiler var, oradan mezun olmuş üniversite öğrencileri var, veliler var, öğretmenler var, okul yöneticileri var, akademisyenler var. Bunların hepsiyle gruplar halinde görüşüldü, çalıştaylar organize ettik, beklentilerini aldık.


- Mesela, ne sorundunuz onlara?
- Müfredat sizin için tatmin edici midir? - sorusunu sorduk. Ne gibi değişimler lazım, onu sorduk. Biz bu kadar insan görüşünü aldıktan sonra bakanlıkta oturduk, bu görüşleri ayıkladık, bu görüşleri hayata geçirmeye çaba sarf ettik. Dolayısıyla, biz bunu yaparken, toplumun bütün kesimlerinin görüşlerini aldık. Metin oluştuktan sonra da, bunu yine
toplumun farklı kesimlerine; entelektüel çevrelere, sendikalara, üniversitelere, sivil toplum örgütlerine göndererek bak, biz böyle değişiklik yapmak istiyoruz, bununla ilgili sizin görüşünüz, öneriniz var mı? - diye onlara tekrar sorduk. O da yetmedi, nihayete erdikten sonra bu sefer bakanlığın web sayfasında erişime açtık. İsteyen herkes bakıp oradan bize görüş ve önerilerini ulaştıra bildi. Böylece, farklı kesimlerin de görüşlerini almış olduk.


- Sayın rektörüm, malum, Türkiye Eğitim Sisteminde orta okuldan, iş hayatına atanana kadar çok sayıda sınavlar yapılıyor. Bizde de böyle. Sizce, bu sınavlar gençlerin bilgi ve yeteneklerini değerlendirmeye yeterlidir mi?


- Kesinlikle, bunun doğru bir metodoloji olduğuna inanmıyorum. Öğrencilerimizin geleceklerini kendi yeteneklerine göre belirleyebileceğiniz bir sistem oluşturmak lazım. Yani test sınavları ya da benzeri yöntemlerle çocukları yönlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Ve bizim bakanlıkta kurgulamaya çalıştığımız yapı da buydu. Zamanla merkezi sınavların yerine, çocuklarımızın yetenek ve becerilerini ölçen, ona göre yönlendiren bir mekanizmanın oluşması lazım. Ama bu öyle kısa vadede, makasla kesilir gibi kestik bu artık bitti, böyle olacak denemez. Bunun altyapısının oluşturulması gerekiyor. Biz onunla ilgili olarak bir altyapı oluşturduk. Ölçme, değerlendirme mekanizmalarını ona göre
kurguladık. Nihayetinde bunun varacağı nokta bu tür silahların olmadığı, yepyeni bir eğitim sistemi oluşturmaya çalıştık.


- Peki, uygulanması ne zaman olur?
- Açıkcası, ben yaklaşık olarak 4 yıl önce ayrıldığım için bakanlıktan şu anki durumu, onların takvimlerini bilmiyorum. Ama bu konunun bakanlıkta yeni ekibin de gündeminde olduğunu ve bununla ilgili altyapı çalışmalarının yürütüldüğünü tahmin ediyorum.


- Sayın Rektörüm, dünya eğitim sistemlerine baktığımızda, eğitim sistemleri nasıl bir eğitim yöneticileri talep ediyor?
- Şimdi eğitim yöneticisinin aslında, diğer sektörlerde teknolojilerin çok farklı bir profile sahip olması gerekiyor. Çünkü diğer sektörlerdeki yöneticiler, bilgi ve olgunluk düzeyinin üzerindeki insanlara profesyonel anlamda bir iş gibi sunuluyor. Ama eğitim yönetimi öyle değil. Eğitim yönetimi dediğimiz zaman, iki tane kitle var, yöneltilmesi gereken. Bunlardan
bir tanesi eğitim kurumunda çalışanlar. Kim bunlar?

1) Öğretmen, memur, idareci vb. bir onları yöneteceksiniz.
2) Öğrenciler. Aynı mantıkla öğrencileri yönetemezsiniz. Öğrencileri nasıl yöneteceksiniz? Onları da profesyonel bir yönetici gibi değil, bir anne, bir baba, bir abi, bir abla mantığı ile onlara yaklaşıp onları yönetebilirsiniz. Bu formasyonun kazandırılması gerekiyor eğitim yöneticisine.


- Bir de veli var…
- Evet, birde orası var… En sıkıntılı konulardan bir tanesi de o. Çünkü veli dediğimiz kişi çocuğunu sana emanet ediyor, diyor ki eğitim yöneticisine; Sen bu çocuğun annesi ol, babası ol. Bu çocuk tek kardeş abisi, ablası yok abi yok. Buna abi, abla ol, yetmedi bir de öğretmen oldu. Senden bir sürü rol bekliyor yani. En az, 5-6 tane farklı toplumsal rol bekliyor: arkadaş, anne, baba, abla, kardeş. Hepsini de okuldan ve öğretmeninden yani eğitim sisteminden bekliyor. Dolayısıyla, bunlardan herhangi bir tanesini eksik yaptığı zaman veri eleştiriyor, eğitim yöneticisini. O yüzden Eğitim Yöneticisinin yönetmekte en çok zorlanacağı kitlenin veliler olduğunu düşünüyorum. Benim tecrübelerim bunu gösteriyor. Dünyada da benzer ülkelerle konuştuğumuz zaman birçok muhabirimiz, meslektaşımızla da konuştuğumuzda dünyanın her tarafında bunun temel problem olduğunu görüyoruz. Yani şöyle düşünün, çocuklu olduğunda anne babası çocuğunu mesela, doktor olacak, mühendis olacak diye planlıyor. Sonra eğitim yöneticisine geliyor, diyor ki benim çocuğum doktor yap, mühendis yap. Yapamazsan, seni başarısız kabul ediyor. Diyorsunuz ya “bak, sayın veli, senin çocuğunun yetenekleri öyle değil. Yok, illa öyle bir şey yapacaksın” diyor. Şimdi bu kitleyi yönetmek gerçekten çok zor. Zor olduğu için eğitim önemli. Eğitim yöneticisi işte çok gerçekten burada empati kurabilen, çok iyi derecede toplumun hassasiyetleri öğrenen bir kişi olmalı. Klasik mevzuat üzerinden hareket eden bir eğitim yöneticisinin başarılı olma şansı yok. Başarılı olacak olan eğitim yöneticisi bütün bu kitlelerin öğretmeni de, müstahdemini de, öğrencisini de velisini de yönetebilen, onların dilinden anlayabilen, onlarla rahat iletişim kurabilen bir profilde olması gerekiyor.


- Hocam, Azerbaycan-Türkiye için “Bir millet, İki devlet” ifadesini sık-sık kullanıyoruz.
Sizce, eğitim konusunda ilişkilerimiz yeteri düzeyde mi? Değerlendirmeniz çok önemli.


- Hayır, yeteri kadar değil. Tarihsel olarak baktığımızda, “İki devlet, Bir millet” diyoruz ama çok farklı ilişkilerin olduğu dönemler olmuş. Demek ki bu siyasetçilerimizin tavrına göre değişebilecek bir zemin üzerinde yürüyoruz... Bugün iki ülkenin cumhurbaşkanları arasında çok yakın bir ilişki var; Birbirlerini gerçekten seviyorlar, bu ilişki güzel. Ama yarın her iki ülkenin birisinde iktidar değişimi olsa, birbirini sevmeyen iki siyasi iktidar göreve geldiğinde bu ilişki sekteye uğrayabilir. Dolayısıyla, bunun ortadan kalkması için yapılması gereken şey; iki ülkenin geleceğini, iki ülkenin geleceğini temsil eden kuşakları bu birikime, bu dostluğa, kardeşliğe sahip çıkacak şekilde yetiştirmek gerekli. Bunun yolu da, en azından belli
noktalarda ortak müfredatlar oluşturulmalıdır. Ne bileyim, işte ortak tarihimiz var, ortak kültürümüz var, ortak dilimiz var. Bunların geliştirilebileceği zeminler oluşmalı ve bu çocuklara, bizim geleceğimizi emanet ettiğimiz bu kuşaklara biz olmadan, bu dostlukları devam edebilecekleri bir ortam kendilerine sunmak zorundayız.
- Bu da eğitimle mümkün…
-Kesinlikle…

Biz yanın olmazsak, iki ülke arasındaki problemler, iki ülke arasındaki dostluk problemli bir hale evrilebilir. Birbirine siyaseten karşı olan, birbirini sevmeyen siyasi liderlerin bu dostluğu, bu kardeşliği bozmayacakları bir zemini biz eğitim üzerine oluşturabilmeliyiz. Ben burada birlikte çalıştığımız arkadaşlara da bunu söylüyorum; Böyle bir ilişki kuralım ki, özellikle bizim yakın olduğumuz ülkeler ile biz olmasak da yarın bu ilişkiler gelişerek devam etsin. Devam etmek zorunda!.. Biz de Azerbaycan'la da bölgedeki diğer Türk Cumhuriyeti ülkeleriyle de ilişkileri bu şekilde kurmaya çalışıyoruz. Daha önce görevlerim vesilesiyle bulunduğum pozisyonlar vardı. Bunlardan bir tanesi Türk Keneşi'nin
eğitimle ilgili birim var, ben ortak bir en azından tarih müfredatı oluşturalım dedim. Ortak tarih dersimiz olsun. Öyle bir süreç başlatmıştık son durumlar nasıl, bilmiyorum ama bu bizim en önemli görevlerimizden bir tanesi; Bunu yapmak durumundayız!..

- Sayın Rektörüm, sorularıma ayrıntılı cevap verdiğiniz için Size teşekkür eder,
saygılarımı sunarım.

- Ben teşekkür ederim!..

ŞEHLA ASLAN İBİSHOVA,
Araşdırmacı Yazar,
Manera.az – Web Sitesi Genel Yayın Yönetmeni