İklim krizi artık göz ardı edilemeyecek bir gerçek. Kuruyan göller, değişen mevsimler, sıklaşan doğal afetler, bizlere doğanın verdiği açık uyarılardır. Bu uyarılara kayıtsız kalmak, hem bugünü hem de yarını tehlikeye atmak demektir. Ancak bu krize karşı alınan her önlem, atılan her adım, sorgusuz sualsiz doğru kabul edilemez. Son dönemde gündeme gelen İklim Kanunu da tam olarak bu nedenle ele alınmalıdır: Gerçekten adil mi, uygulanabilir mi, kimleri koruyor, kimleri mağdur ediyor?
Ben, iklim krizine karşı mücadeleyi yürekten destekleyen biri olarak, bu yasa teklifine mevcut haliyle “evet” diyemiyorum. Çünkü bu yasa, doğayı koruma iddiasıyla yola çıkarken, adalet terazisinde ciddi orantısızlıklar barındırıyor.
Yük Kimin Omzunda?
İklim Kanunu’nun ana hedefi karbon salımını azaltmak, yenilenebilir enerjiye yönelmek, doğayı korumak gibi olumlu başlıklar içerse de, bu hedeflere ulaşma şekli toplumun belirli kesimlerini daha çok etkiliyor. “Kirleten öder” ilkesi teoride doğrudur, ancak pratikte nasıl işleyeceği büyük soru işaretleriyle dolu. Büyük şirketler, sanayi devleri ceza ya da karbon vergisini ürün fiyatlarına yansıtarak maliyeti halka yükleyebiliyor. Böylece en çok kirleten değil, en az kazanan bedel ödüyor.
Ayrıca kanun, yerel yönetimlerin iklim politikalarındaki rolünü ikinci plana atarak karar alma süreçlerini merkezi otoritenin inisiyatifine bırakıyor. Oysa ki iklimle mücadele yerelde başlar. Ege’deki su problemiyle Karadeniz’deki sel riski aynı politikayla çözülemez. Tek tip, yukarıdan inen çözümler yerine, yerinden ve halkın katılımına açık modeller geliştirilmelidir.
Sosyal Adalet Olmadan İklim Adaleti Olmaz
İklim adaleti, sadece çevresel etkilerin değil, bu etkilerle başa çıkma kapasitelerinin de adil dağılması demektir. Yani sadece doğayı değil, insanı da korumayı esas alır. Ancak bu yasa, kırsalda yaşayan çiftçiyi, küçük işletmeleri, dar gelirli vatandaşı daha fazla etkileyebilir. Zira yasayla birlikte ortaya çıkacak yeni zorunluluklar ve maliyetler, gelir düzeyi düşük kesimler için ciddi bir yük haline gelebilir.
Örneğin, bir sanayi devinin filtre sistemi kurmasıyla, küçük bir esnafın enerji dönüşümüne gitmesi arasında devasa bir fark vardır. Herkese aynı yükümlülüğü dayatmak, eşitlik değil eşitsizlik üretir. Oysa çevre politikaları sadece teknik değil, etik ve sosyal bir meseledir.
İslami Bakış Açısıyla Yasa Tasarısı
Bu noktada konuyu sadece seküler değil, İslami bir perspektiften de değerlendirmek gerekir. Zira insan, yeryüzünün sadece sakini değil, aynı zamanda halifesi, yani koruyucusudur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
"Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın." (A’râf Suresi, 56)
"İsraf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." (A’râf Suresi, 31)
Yani çevreyi korumak, doğayla dengeli yaşamak, Müslümanın imanının bir parçasıdır. Ancak bu sorumluluk, sadece çevreyle sınırlı değildir. Aynı zamanda adaletle hükmetmek de İslam’ın temel ilkelerindendir.
"Şüphesiz Allah adaleti emreder, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi..." (Nahl Suresi, 90)
Bir yasa adil değilse, insanı mağdur ediyorsa, güçlüyü kayırıp zayıfı eziyorsa, o yasa İslam’ın ruhuyla da bağdaşmaz. İklim Kanunu’nu bu açıdan da sorgulamak gerekir. Doğayı korurken insanı ezmek, israfı önlerken adaleti çiğnemek, İslam’ın bütüncül ahlak anlayışına terstir. Gerçek çevrecilik, hem ağacı hem insanı koruyabilmektir. Çünkü doğa da insan da Allah’ın emanetidir.
Emanete Sadakat, Adalete Davet
İklim Kanunu, bu haliyle birçok iyi niyetli başlık taşısa da, adalet terazisi şaşmış bir metin görünümündedir. Sosyal adaleti gözetmeyen, yerelin sesine kulak vermeyen, büyüklerle küçükleri aynı kefeye koyan bir yasa, ne çevreye ne topluma gerçek fayda sağlar.
Ben bu yüzden bu kanuna “evet” diyemiyorum. Çünkü doğayı savunmak, insanı ezerek olmaz. Çünkü iklim adaleti, sosyal adaletten ayrı düşünülemez. Ve çünkü bizler, sadece bugünün değil, yarının da emanetçisiyiz.
Gerçek çözümler; daha şeffaf, katılımcı, adil ve insani bir yaklaşımla mümkündür. Doğa ve toplum birlikte korunmalı, biri diğerine feda edilmemelidir.
Selam ve Dua ile
Zübeyt BOZKURT