Mutluluk, İslam’da "saadet" terimiyle karşılanmakta ve varlığın iki boyutuna işaret etmektedir: uhrevi ve dünyevi. Saadetin karşıtı, genel anlamıyla büyük bir sefalet ve bedbahtlık ifade eden şekavettir. Ahirete ilişkin boyutunda saadet, en yüksek noktası olarak kendisini Allah’a iradi bir teslimiyette gösteren ve bilinçli bir yaşam sürerek O’nun emir ve yasaklarına itaat edenlere vaat edilen, Allah’ın cemalini görme, ebedi huzur ve neşesini de içinde barındıran nihai mutluluğa işaret etmektedir.
Durum böyle olunca, uhrevî âlemde saadetin, içinde yaşadığımız dünyadaki saadetle üç açıdan çok yakın bir ilişkisi olduğunu görürüz:
- Kendini bilgide ve sağlam bir karakterde gösteren nefse (benliğe) ilişkin yön,
- Sağlık ve güvenlik gibi bedene ilişkin yön,
- Nefsin ve bedenin dışında kalan ve bu ikisinin mutluluğunu artıracak servet, vb. hususlara ilişkin yön.
Bu yüzden, içinde yaşadığımız dünyada mutluluk, sadece dünyevi yaşamla değil, kaynağı vahiy olan din tarafından yorumlanan ve yönlendirilen bir yaşamla da ilişkilidir.
İslam’da din sadece bir kavram değil, aynı zamanda tecrübe edilerek derinden ve yakinen yaşanan bir gerçekliktir. Din, nihai anlamını, insanın Allah’ı mutlak Rabbi olarak tanıdığını ifade eden ve varlığını önceleyen ruhunun Allah ile bağlantısını gösteren misaktan almaktadır. Dinin tam adı olan İslam, hem fiil hem de isim olarak gördüğü işlevin yanında aslında bir dinin tanımını vermektedir: Allah’a teslimiyet. Duygu, inanç ve eylem tam da bu kavramda hayat bulmaktadır.
Mutluluğun, bilgi ve iyi karaktere ait bir şey olduğunu söylediğimiz ben’le ilişkisine gelince; İslam, bilginin insandaki yerinin kalp, nefis, akıl, ruh gibi Kur’an’da çeşitli referanslara sahip ruhsal bir nitelik taşıdığını söyler. Bilginin yeri, arızi kipleri ve durumları sebebiyle birçok isimle anılmaktadır. Bu yüzden, akletme ve kavramayla ilgili kullanıldığında ‘akıl’; bedeni idare eden bir gerçeklik olarak anıldığında ‘nefis’; sezgisel bir aydınlanmaya işaret ettiğinde ‘kalp’ ve soyut varlıklar dünyasına geri gidildiğinde ‘ruh’ olarak karşılığını bulmaktadır. Gerçekten, bilgi kendisini sürekli bütün bu kipleriyle açığa vurmaktadır. İnsanla ilişkilendirilerek kullanılan bu dört terimin her biri iki anlam taşımaktadır; bunlardan biri insanın bedenine, diğeri ise nefsine/benliğine işaret etmektedir. İnsanın ikili bir yapısı vardır: Bedeni, hayvani; ruhu, rasyonel tarafını temsil etmektedir. İlki, insanın kınamayı gerektiren davranışlarına kaynaklık eden yönünü temsil etmektedir. İnsandaki bu bedeni yahut hayvani nitelikler, bazı yönlerden ona yarar sağlamasına rağmen insanın entelektüel güçleriyle çatışma halindedir. Kınamayı gerektiren hususların, insanın fiziksel yapısının yönünün bir parçası durumundaki hayvani güçlerine ve yeteneklerine bağlanması, İslam öğretisine karşı durduğu bir eğilimle yani insan bedeninin tahkir edilmesiyle karıştırılmamalıdır. İnsanoğlu en güzel biçimde yaratılmıştır; ama doğru bir iman ve salih amel yoksa, insan aşağıların aşağısı vahşilerden daha kötü olabilmektedir.
Hz. Peygamberin bahsettiği büyük cihat, insanın fayda sağlamayan bu hayvani güçlerine karşıdır; zira bunlar, insanın iç düşmanlarıdır. İnsanın gerçekliğini ve özünü göstermektedir. Bu anlama şu meşhur hadis-i nebevi işaret etmektedir:
"Nefsini bilen Rabbini bilir."
İnsanın gerçekliği yahut özü, kişi "ben" dediğinde gösterilen şeydir ve burası bilginin de mekânıdır. "Ben" doğru yola yani fıtratıyla uyumlu bir şekilde iyi ve doğru olana doğru bir eğilim gösterdiğinde, üzerine ilahi bir huzur inmekte, Allah’ın zikrinde sükûn bulana, O’nun ulûhiyetinde karar kılana ve meleki afakın en yüksek seviyelerine çıkana kadar ilahi feyizler ardı ardına ona nüfuz etmektedir.
Kur’an, nefsin bu aşamasını "nefs-i mutmainne" olarak tanımlamaktadır. Nefsin yetenekleri veya güçleri, bir seferinde birinin, diğerinde ötekinin kazandığı veya bir muharebeye tutuşan ordulara benzemektedir. Bazen nefs, entelektüel güçlerine doğru çekilmekte ve onu Allah’a olan sadakatini yeniden yinelemeye yönlendiren rasyonel yapısıyla karşılaşmaktadır; bazen de hayvani güçleri onu vahşi doğasının en düşük eteklerine sürüklemektedir. Nefsin yapısındaki bu kararsızlık, nefsin kendini sürekli eleştirdiği bir durumu göstermekte ve nefs-i levvame olarak adlandırılmaktadır. Nefis, bu aşamada hayvani güçlerle en ciddi savaşını vermektedir.
Bilgi, ahlaki mükemmellik ve salih amellerle insan için meleki bir yapıya kavuşmak mümkündür ve böyle bir seviyeye ulaştıktan sonra, dış görünümü hariç, artık diğer insanlar gibi hayvani bir mahiyete sahip değildir. Ama öte taraftan, eğer vahşi yapısının onu sürüklediği aşağıların aşağısına düşer ve sürekli bu durumun tutsağı haline gelirse, o zaman da insanlık için ortak olarak biçilen mahiyetten mahrum kalır ve sadece dış görünümü olarak insanı çağrıştıran bir varlık halini alır.
Nefsin algılama kuvveti ve bu kuvvetin temsil, tahmin ve hayal edici kabiliyetleri bu fiziksel nesneleri idare etmekte ve insanın maharetlerinin ve sanatlarının ortaya çıkmasına kaynaklık etmektedir; rasyonel akıl yürütme kabiliyetini kullanınca da, öncüller ve sonuçların ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. İnsanın bedenini bu kuvvetin yönetmesi, kötülüklerin ve faziletlerin tanınmasına imkân vermekte ve böylece insanda ahlaki davranışın ortaya çıkmasını teşvik etmektedir.
Selam ve Dua ile,
Zübeyt BOZKURT