Son yıllarda, bazen sokaklarda yürürken bazen de televizyon ekranlarında, hepimizin gözlerinin önünde hızla değişen bir Türkiye’yi izliyoruz. Farkında olmadan içinde kaybolduğumuz bu dönüşüm, birçoğumuzu düşündürse de, çoğumuz sadece gözlerimizi çevirip yolumuza devam ediyoruz. Peki, "memleket ne hale geldi?" sorusu gerçekten ne ifade ediyor? Sadece bir siyasi değişim mi? Yoksa toplumsal, kültürel, ekonomik bir kırılma mı?
Hızla büyüyen ve büyük şehirlerde yoğunlaşan bir yalnızlık duygusu var. Ne sokakta yan yana yürüdüğümüz insanların gözlerinde ne de kalabalıklar içinde kendimizi güvende hissettiğimizde bir yakınlık bulabiliyoruz. Şehirleşmenin getirdiği yabancılaşma, modern hayatın büyük bir parçası oldu. Ama bu yalnızlık, sadece bireysel bir mesele değil. Sosyal bağların zayıflaması, insanların birbirlerine daha az saygı göstermesi, empati eksiklikleri gibi toplumsal sorunları da doğuruyor.
Toplumda, ötekileştirme ve kutuplaşma artık neredeyse normalleşmiş durumda. Farklı düşünceler, yaşam tarzları, kültürel kimlikler arasındaki uçurumlar, birbirini anlayabilme kabiliyetimizi kaybettiriyor. Bir taraf, iktidar politikasını savunuyor; diğer taraf, mevcut düzenin eleştirisini yapıyor. Ve bu kutuplaşma, toplumu daha derin bir bölünmeye sürüklüyor. Ne yazık ki, “memleket ne hale geldi?” sorusunu sorarken, bu kutuplaşmanın temel sebeplerinden biri de, hepimizin aynı gemide olmanın bilincinden uzaklaşmamız.
Ekonomik krizler, döviz kurları, enflasyon, hayat pahalılığı… Tüm bu kelimeler, halkın her kesiminin dilinde. Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir aile, borçlarını ödeyemeyen bir iş insanı, birikimlerini kaybeden emekli... Çoğumuzun yaşadığı bu ekonomik sıkıntılar, aslında sadece cebimizi değil, ruhumuzu da yıpratıyor. Gelecek kaygısı, belirsizlik… Her gün daha zor hale gelen yaşam şartları, insanları yalnızca ekonomik değil, psikolojik olarak da tükenmiş hissediyor.
Yine de umut var mı? Birçok insanın cebinde paradan daha değerli olan şey aslında bir umut kırıntısı. Ama bu kırıntı, bazen o kadar küçük ki, bir yerden sonra insan ne için çabaladığını bile unutuyor. Ekonomik kriz ve devletin önceliklendirdiği projeler arasında sıkışan halk, giderek daha fazla yalnızlaşıyor ve sağlıksız bir yaşam sürmeye devam ediyor. Siyasi partilerin, halkın bu sıkıntılarına dair çözüm üretmek yerine birbirlerine suçlamalarla yaklaşması, yalnızca toplumsal gerginliği körüklüyor. Toplumun tüm kesimlerinin adil bir ekonomik düzende buluşması, her geçen gün daha da uzaklaşıyor.
Son dönemde Türkiye’deki siyasi atmosfer de çok hızlı bir değişim geçirdi. Partizanlık, siyasetin her alanına sızmış ve halkın farklı kesimleri arasındaki güven duygusunu neredeyse yok etmiş durumda. Artık fikir özgürlüğü ve ifade özgürlüğü, bazıları için tehlike anlamına geliyor. Hangi görüşü savunursanız savunun, kendinizi savunacak bir alan bulmakta zorlanıyorsunuz. Birçok gazeteci ve sivil toplum kuruluşu, seslerini duyurabilmek için büyük baskılarla karşı karşıya kalıyor.
Bir tarafta demokrasiye olan inancın kırılganlaşması, diğer tarafta kişisel özgürlüklerin kısıtlanması... Bu da, toplumun birbirine olan güveninin azalmasına ve insanları daha temkinli hale getirmelerine yol açıyor. Kişisel hakların, özgürlüklerin ve adaletin korunduğu bir ortamda yaşamanın, sanki eski bir hayal olduğu izlenimi oluşuyor. Toplum olarak daha açık fikirli, hoşgörülü, anlayışlı bir hale gelmektense, daha çok kendi doğrularımızı kabullenmeye ve farklı olanı dışlamaya eğilimliyiz.
Bununla birlikte, Türkiye'nin siyasi haritasında büyük bir kutuplaşma yaşanıyor. Muhalefet ve iktidar arasındaki gerilim, toplumun her alanına yansımış durumda. Bu kutuplaşma, toplumsal sorunları görmezden gelmeyi ve çözüm üretmeyi zorlaştırıyor. Adalet, demokrasi ve eşitlik gibi evrensel değerlerin tartışmaya açıldığı bir ortamda, ülkenin geleceği üzerine düşünmek, daha da karmaşık hale geliyor.
Gelişen teknoloji, küreselleşme ve dışa dönük politikalar, kültürümüzü de bir hayli etkiledi. Her geçen gün biraz daha Batı'nın etkisi altına girmeye başladığımızı hissediyoruz. Ancak bu dönüşüm, kültürel kimliğimizi tehdit eden bir kaymaya yol açıyor. Eski değerler, yeni anlayışlarla harmanlanıyor ve birçoğumuz, hangi kimlikle yaşayacağımızı bilmez haldeyiz.
Bununla birlikte, geleneksel değerlerimizdeki bu kaymanın yanında, eskiye dönme isteği de büyümekte. Türkiye’nin her köyünde, kasabasında hala geleneksel el sanatları, müzikleri ve yemekleri yaşatılmaya çalışılıyor. Ancak, geleneksel kültürle modernleşme arasında denge kurmak, giderek zorlaşan bir mesele haline geliyor. Kültürün evrimleşmesi, bazen kimlik krizini de beraberinde getiriyor.
Eğitimdeki politikalar, kültürel değişimi daha da hızlandıran unsurlar arasında. Genç nesillerin dünya görüşü, hızla değişen bir toplumun parçası haline gelirken, aile içindeki değerler, toplumdaki çoğunlukla çatışma yaşamaya başlıyor. Kültürel bir ayrışma, bazen siyasi bir araç haline gelirken, bunun toplumsal huzuru nasıl etkilediği hepimizin sorumluluğu olmalıdır.
"Memleket ne hale geldi?" sorusu, her birimizin içini acıtıyor. Ancak bu soruyu sorarken, hepimizin sorumluluğu olduğunu unutmamalıyız. Toplum olarak, yaşadığımız değişimi yalnızca şikayet ederek geçiştirmek yerine, üzerimize düşeni yaparak bu kırılmaların önüne geçmek, daha güçlü bir gelecek inşa etmek elimizde. Birbirimizi anlamaya çalışmak, farklılıkları kucaklamak ve ortak değerlerde buluşmak hepimizin elinde.
Türkiye’nin geleceği, hepimizin katkısıyla şekillenecek. Ne yazık ki, bugünün siyasi ve toplumsal yapısında sorunlar derinleşiyor; ancak hala umut var. Birbirimize saygı göstererek, geçmişin hatalarından ders alarak, toplumsal barışı tesis etme yolunda ilerlemek zorundayız. Türkiye'nin zengin tarihini, kültürel çeşitliliğini ve demokratik değerlerini koruyarak daha güçlü bir toplum inşa etme sorumluluğu bizlere ait. Bunu unutmamalı ve her birimiz, yaşadığımız toplumu daha iyi bir yer haline getirmek için çaba sarf etmeliyiz.