Musul, sadece bir coğrafya değil, aynı zamanda Türk milletinin tarihsel belleği ve bağımsızlık mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Ancak Musul’un kaybı, Türkiye’nin kaderini şekillendiren en büyük stratejik hatalardan biri olmuştur. Bu kayıp, sadece dış politikadaki gafletle değil, iç siyasetteki bölünmüşlükle de ilgilidir.

Musul, Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü ve adaletli yönetimi altında asırlardır varlık göstermiş, bir zamanlar Anadolu’nun can damarıydı. Misak-ı Millî’nin ayrılmaz bir parçasıydı. Ancak Lozan Antlaşması masasında bu toprak, kaleme değil, suskunluğa terk edildi. 27 Mart 1923’te, Lozan görüşmeleri henüz tamamlanmadan, Musul’un Türkiye’ye verilmesi için çaba gösteren Ali Şükrü Bey hunharca katledildi. Bu cinayet, yalnızca bir kişinin hayatına son verilmesi değil, aynı zamanda bir idealin, bir milletin haklarının öldürülmesiydi. O gün suskun kalanlar, Musul’un kaybedilmesini sadece izlediler. Tarih, bir kez daha tekerrür etti; fırsatlar ya geri çevrildi ya da korkuyla inkâr edildi.

1986’da, Körfez Savaşı sırasında Türkiye’nin Kerkük’e müdahale etmesi gerektiği tartışılıyordu. Halkta bir umut doğmuştu, ancak dönemin Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu, bu ihtimali kesin bir dille yalanladı. Lozan’da olduğu gibi, bir başka fırsat yine boşa harcandı. Bu kez de siyasi irade yeterli olmadı.

Bugün de benzer bir senaryo yaşanıyor. Türkiye, güney sınırında yıllardır süren terör koridoruna karşı mücadele ediyor. Irak’ın kuzeyinde fiili sınırlar yeniden şekillenirken, Yunanistan Ege’deki adaları silahlandırıyor, Ermenistan Kafkasya’da güç kazanma peşinde. İran, bölgedeki nüfuzunu artırırken, İsrail Gazze’de insanlık suçları işliyor. Türkiye, bu tehditlere karşı hala sadece diplomatik tepkilerle sınırlı kalıyor.

Türkiye’nin bu iç ve dış zorluklarla başa çıkabilmesi için toplumsal birlik, güçlü bir devlet iradesi ve adaletin hâkim olması gerekmektedir. Ancak, ne yazık ki Türkiye, siyasi ve ideolojik bölünmelerle parçalanmış bir yapıya bürünmüş durumdadır. İç siyasetteki kutuplaşmalar, dış politikada da etkisini gösteriyor. Eğer bir millet olarak farklı cemaatler, etnik kimlikler ve siyasi görüşler etrafında bölünürsek, dış tehditlere karşı ne kadar güçlü olabiliriz?

Musul’un kaybı, Kerkük’ün kaybı ve diğer stratejik bölgelerde yaşadığımız zayıflıklar, içerideki birlik eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Geçmişte Osmanlı, üç kıtada yalnızca kılıcıyla değil, adaletiyle de hükmetmiş, mazlumların yanında olmuştur. Bugün ise bu miras reddedilmiş ve tarih unutulmuştur. Cumhuriyet, bir halkın yeniden doğuşu olabilirdi, ancak tarihten koparak değil, onu sahiplenerek. Bugün hala gençlerimize, "Bu topraklar kolay kazanılmadı" diyoruz ama gerçekte biz, o toprakları savunacak bir birlik ve kararlılıktan yoksunuz.

Türkiye’deki siyasi bölünmüşlük, toplumsal huzuru ve ulusal güvenliği tehdit ediyor. Eğer biz, yalnızca siyasi renkler, mezhepler ya da etnik kimlikler üzerinden hareket etmeye devam edersek, Musul gibi stratejik toprakları yeniden kaybetmekle kalmayız, içeride de birliği sağlayamayız. İçerideki bölünmüşlük, dışarıda güçlü bir duruş sergilememizi engelliyor.

Eğer bir millet, tüm bireyleriyle eşit haklara sahip olmayı ve ortak bir amaç doğrultusunda birleşmeyi başaramazsa, dış tehditlere karşı durmak ve ulusal çıkarları savunmak imkansızlaşır. Bugün Türkiye’nin en büyük zayıflığı, içindeki kutuplaşmalardan kaynaklanıyor. Bu nedenle, dış tehditler karşısında güçlü ve etkili bir duruş sergileyebilmek için içerideki birlik ve beraberlik şarttır.

Birlik ve irade ile gelecek inşa edilebilir. Musul’un kaybı, sadece bir coğrafi toprak kaybı değil, aynı zamanda milli hafızamızda silinmeyen bir yara açmıştır. Tarihten ders almak, geçmişin hatalarını tekrarlamamak ve toplumun her bireyini eşit görmek, güçlü bir milletin temel ilkeleridir. Eğer biz, farklılıklarımızı bir kenara bırakıp, ortak hedefler etrafında birleşmezsek, sadece dışarıda değil, içeride de büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalırız.

Musul, Kerkük ve diğer kayıplar, içerideki bölünmüşlüğün dışarıdaki etkileridir. Eğer şimdi bir araya gelmezsek, yarının kayıpları daha büyük olabilir. Bu yüzden, artık suskun kalma devri bitmeli; kararlar, irade ve birlikle alınmalıdır. Türkiye’nin geleceği, bu toprakların ve bu milletin tarihsel mirasını sahiplenmekle şekillenecektir.

Selam ve Dua ile,

Zübeyt BOZKURT