Türkiye uzun süredir dış politikasında bir “denge siyaseti” yürütüyor. Her tarafa eşit mesafede durmak, herkesle konuşmak, kimseyle köprüleri tamamen atmamak... Kâğıt üzerinde akıllıca görünen bu strateji, pratikte bazen sessizliğe, bazen kararsızlığa, bazen de inandırıcılığını yitiren bir politik duruşa dönüşüyor. Çünkü denge arayışı, eğer adalet duygusunu yitirirse, yalnızca güç sahiplerine alan açan bir seyir hâline gelir. Türkiye tam da bu noktada sıkışmış durumda: Vicdan ile çıkar, adalet ile denge arasında gidip gelen bir ülke görüntüsü.

Bugün dünyanın dört bir yanında zulüm var. Gazze bombalanıyor, Suriye hâlâ bir enkaz, mazlum halklar kendi kaderine terk edilmiş. Türkiye bu tabloda yüksek sesle konuşması beklenen bir ülkeydi. Fakat son yıllarda “diplomatik zarafet” adına, adaletin dili kısılıyor. Oysa suskunluk, diplomasi değildir; sessiz kalmak, barışın değil, çıkar hesaplarının dilidir. Türkiye, bir dönem “mazlumların sesi” olma iddiasını taşırken, şimdi bu sesi diplomasinin filtresinden geçiriyor. Böyle olunca da geriye ne adalet kalıyor ne samimiyet.

Denge siyaseti, kısa vadede güvenli bir liman gibi görünür. Ne Batı’yı kızdırır, ne Doğu’yu tamamen kaybettirir. Ama bu tür bir siyaset uzun vadede kimlik aşınmasına yol açar. Çünkü sürekli ortada kalmak, bir gün hiçbir yerde duramamak anlamına gelir. Türkiye, kendi tarihsel misyonunu unutursa, sadece bölgesel bir figür olmaktan öteye gidemez. Oysa bu toprakların geçmişinde suskunluk değil, duruş vardır. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çizgi, her zaman adaleti merkezine alan bir siyasetin özlemiyle şekillenmiştir. Bugün o özlemin yerini hesap kitap almış durumda.

Ankara, her yeni krizde “dengeyi koruma” refleksiyle hareket ediyor. Fakat bazen denge, hakkı savunmanın önüne geçiyor.

Gazze’deki katliamlar karşısında ölçülü açıklamalar, Suriye’nin enkazı karşısında soğuk diplomasi, insanın vicdanına ağır geliyor. Halk, yöneticilerinden diplomatik manevra değil, insani bir duruş bekliyor. Çünkü güç, adaletle birleşmediği sürece anlamını yitirir. Uluslararası masalarda “tarafsız” görünmek, mazlumların gözünde tarafsız değil, kayıtsız görünmekten başka bir şey değildir.

Türkiye, tarih boyunca “adalet terazisi”yle anılmış bir ülkeydi. Fakat son yıllarda bu terazi, diplomasi terazisine yeniliyor. Ekonomik kaygılar, stratejik ortaklıklar, enerji pazarlıkları… Hepsi bir yana; bir ülkenin saygınlığı, ne kadar güçlendiğiyle değil, ne kadar haklı kaldığıyla ölçülür. Bugün Türkiye’nin en büyük eksiği, işte bu “haklılık sesi”dir. Dünyanın vicdanı sustuğunda, bizimkisi de alçalmamalıydı. Ama görünen o ki biz, adaletin bedelini ödemek yerine denge içinde kaybolmayı tercih ettik.

Tarih, tarafsız kalanları değil, doğruyu söyleyenleri yazar. Türkiye’nin bugünkü ara duruşu, bir strateji olmaktan çok bir tereddüt görüntüsü veriyor. Oysa millet, tereddüt değil, tutarlılık görmek istiyor. Adaletin dili bazen yalnız bırakır, ama o yalnızlık bile onurludur.

Bugün susmak kolay, konuşmak riskli; ama unutmayalım, hakikatin sessizliği uzun sürmez. Türkiye, adalet ile denge arasında bir seçim yapmak zorunda kalacak. Ve o gün geldiğinde, tarih kimin güçlü, kimin doğru olduğunu değil; kimin adil kalabildiğini yazacak.

Selam ve Dua İle

Zübeyt BOZKURT