Türkiye’de yıllardır süregelen merkeziyetçi yönetim anlayışı, halkın yaşadığı yere dair söz hakkını sınırlandıran, yerel yönetimleri ise yalnızca hizmet sunan teknik kurumlara indirgeyen bir bakış açısıyla şekilleniyor. Oysa çağdaş dünyada demokrasi, sadece belli aralıklarla yapılan seçimlerden ibaret değil; yurttaşın yaşadığı çevreye, mahallesine, kentine dair karar alma süreçlerine doğrudan katıldığı bir yönetim modelini gerektiriyor. Bu noktada yerel yönetim reformu, Türkiye’nin sadece yönetsel değil, aynı zamanda demokratik ve toplumsal gelişimi açısından da kaçınılmaz bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Gerçek bir reform, yüzeysel düzenlemelerle değil, üç temel eksende köklü bir dönüşümle mümkündür: demokratik katılımın güçlendirilmesi, hukuki ve idari kurumsallaşmanın sağlanması, sistemin bütünüyle yeniden kurgulanması. Bugün birçok yerel yönetim, halkla yönetim arasındaki ilişkiyi yalnızca seçim dönemlerinde hatırlayan bir anlayışla hareket ediyor.
Oysa demokrasi, bir belediye başkanının seçilmesiyle değil, o belediyenin yurttaşına ne kadar kulak verdiğiyle, karar süreçlerine ne ölçüde dahil ettiğiyle anlam kazanır. Halk toplantıları, mahalle meclisleri, dijital geri bildirim sistemleri ve şeffaf bütçeleme uygulamaları gibi araçlar, bu katılımı gerçek ve sürdürülebilir kılmak için artık birer tercih değil zorunluluktur.
Ancak demokratik katılım tek başına yeterli değildir. Yerel yönetimlerin kurumsal yapısı kişilere değil kurallara bağlı olmalı, yönetim keyfiyetlerden arındırılmalı, liyakat ve şeffaflık esas alınmalıdır. Bugün birçok belediyede karşılaşılan yolsuzluk iddiaları, kaynakların yanlış kullanımı ve liyakatsiz atamalar, güçlü bir hukuki altyapının yokluğundan kaynaklanmaktadır.
Oysa hukukla güçlendirilmiş, denetime açık, hesap verebilir bir yerel yönetim modeli hem halkın güvenini artırır hem de hizmet kalitesini yükseltir. Bu bağlamda sadece mevcut yasaların güncellenmesi değil, aynı zamanda iç denetim mekanizmalarının bağımsızlaştırılması, personel alımlarının nesnel kriterlere bağlanması ve yöneticilerin performans temelli değerlendirilmesi gibi yapısal adımlar kaçınılmazdır.
Sistemin yeniden inşası da bir diğer kritik başlıktır. Türkiye'deki yerel yönetim yapısı, görev ve yetkilerin dağınık dağıtıldığı, kaynakların dengesiz bölüştürüldüğü, merkezi hükümetin ağırlığının gölgesinde kalan bir sistemdir.
Özellikle büyükşehirlerde ilçe belediyeleriyle yaşanan yetki çatışmaları, kırsalda belediyelerin mali açıdan merkeze bağımlı hale gelmesi, hizmet sunumunda verimsizlik ve eşitsizlik yaratmaktadır. Bu nedenle sistemsel dönüşüm, idari sınırların yeniden tanımlanması, mali özerkliğin sağlanması ve merkez-yerel ilişkilerinin daha adil bir yapıya kavuşturulmasıyla sağlanabilir.
Bütün bu reform adımlarının başarısı ise yalnızca teknik düzenlemelere değil, toplumsal bir zihniyet değişimine bağlıdır. Yerel yönetimlerin gerçek anlamda demokratikleşmesi; vatandaşın pasif bir izleyici değil, aktif bir katılımcı olduğu bir düzenin kurulmasıyla mümkündür.
Türkiye’nin geleceği, yerelden gelen bu değişim dalgasına, halkın yönetime dair iradesinin daha fazla değer gördüğü bir yapının kurulmasına bağlıdır. Çünkü demokrasi; en güçlü hâlini, en yakında ve en gündelik olanda, yani yaşadığımız mahallede, sokakta, kentte bulur.
Selam ve Dua İle,
Zübeyt BOZKURT