Demokratik bir hukuk devletinin temel dayanağı, güçler ayrılığı ilkesidir. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki bu dengeli işleyiş, hem devletin kurumsal sağlığını hem de vatandaşın temel hak ve özgürlüklerinin korunmasını sağlar. Ancak son dönemde Türkiye'de bu denge ciddi bir tartışmanın odağına oturmuş durumda: Yargı, Anayasa Mahkemesi eliyle kanunları iptal ederken; yasama organı, yani TBMM, bu iptallerin ardından yeni yasa teklifleriyle "boşluğu doldurma" telaşına düşmüş durumda. Peki bu tablo bize ne anlatıyor? Yargı yetkisini mi aşıyor, yoksa yasama sorumluluktan mı kaçıyor?
Anayasa Mahkemesi, bir anlamda hukukun vicdanıdır. Yürülükteki kanunların Anayasa'ya uygunluğunu denetler ve gerektiğinde bu kanunları iptal edebilir. Bu yetki, toplumun hak ve özgürlüklerini korumaya yöneliktir. Ancak son dönemde, Anayasa Mahkemesi'nin peş peşe aldığı iptal kararları, "yargı aktivizmi" eleştirilerini beraberinde getirdi. Bazı çevreler, Mahkeme'nin siyasete müdahale ettiğini, hatta yasa yapar konuma geldiğini öne sürüyor. Bu eleştiriler, yargının meşruluğuna zarar verme potansiyeli taşısa da, asıl sorunun yasama erkinin zayıflaması olduğu da göz ardı edilmemeli.
TBMM, demokratik temsilin en önemli organıdır. Ancak Meclis'in giderek yürütmenin kontrolü altına girmesi, yasama yetkisinin etkisizleşmesine yol açmış durumda. Kanunlar hızlı bir şekilde, yeterli tartışma ortamı oluşmadan geçiriliyor. Muhalefet partilerinin etkisi sınırlı, komisyonlar sembolik hale gelmiş. Bu ortamda Anayasa Mahkemesi, sistemin tek fren mekanizması olarak işlev görür hale gelmiş durumda. İptal kararları da, aslında bu denetim mekanizmasının çalıştığını gösteriyor.
Yasama ve yargı arasındaki bu gerilim, sınırların belirsizleşmesinden kaynaklanıyor. Anayasa, her erkın görevini ve yetki alanını belirlemiştir; ancak pratikte bu sınırlar siyasi dinamiklerle esnetilebiliyor. Yasama erki, halkın iradesini temsil ederken, bu iradenin hukuka uygunluğunu denetleyen yargının varlığı bir zorunluluktur. Ancak bu denetim, dengeleme amacını aşarak bir engelleme aracına dönüşmemelidir.
Bu noktada, asıl tartışılması gereken konu, kurumların yetkisini aşmasından çok, kurumların neden işlevlerini yerine getiremez hale geldiğidir. Meclis, halkı temsilde ne kadar bağımsız? Kanun teklifleri ne kadar şeffaf? Vatandaş yasama sürecine ne kadar katılıyor? Bu sorulara verilecek samimi cevaplar, yargı-yasama geriliminin arkasındaki yapısal sorunları görmemizi sağlayacaktır.
Güçler ayrılığı ilkesinin ruhu, kurumların birbirine rakip değil, dengeleyici olmasındadır. Bu ilke, bireyin hak ve özgürlüklerinin sigortasıdır. Anayasa Mahkemesi'nin kararlarını eleştirebiliriz, ancak bu kararların arkasındaki nedenleri anlamadan yapılan her eleştiri, sorunu daha da derinleştirir. Aynı şekilde, yasamanın yetkisini sözde değil, gerçekte kullanması için toplumun daha aktif ve bilinçli bir denetimine ihtiyacı vardır.
Mesele "yargı mı, yasama mı haklı?" sorusundan çok daha derindir. Asıl mesele, demokrasiye duyulan inancın kurumlar üzerinden nasıl yeniden tesis edileceğidir. Bunun yolu da ne yargının mutlaklaşmasından, ne yasamanın gölgeleşmesinden geçer. Denge, denetim ve katılımcılık, bu tablonun tek çıkış yoludur.
Selam ve Dua ile,
Zübeyt BOZKURT