Gazze… Haritalarda küçük, yüreklerde koca bir yara. Yıllardır süregelen abluka, yoksulluk, bombalar ve suskunluk döngüsü artık insanlığın hafızasında bir utanç lekesi hâline geldi. 2025 yılına girdik; değişen sadece takvimler oldu, Gazze’nin kaderi değil. Her yeni gün, bir çocuğun daha mezarsız bedeni; her yeni sabah, bir annenin yitirdiği son umudu…
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları artık münferit birer olay değil, süreklilik arz eden bir devlet politikası hâline geldi. Sivil yerleşim alanları, okullar, hastaneler hedef alınıyor. Uluslararası hukuk sistemleri bu tablo karşısında sessiz, Birleşmiş Milletler etkisiz, dünya kamuoyu tepkisiz.
Peki Türkiye bu karanlık tabloda nerede duruyor?
Türkiye, yıllardır Filistin halkının en yüksek sesle arkasında duran ülkelerden biri olmadı. Gazze söz konusu olduğunda yapılan açıklamalar net, sert ve duygusal olarak olmadı sadece laf olsun torba dolsun misalinde. Yardımlar gönderilmedi, uluslararası platformlarda Filistin yeterince savunulmuyor. Ancak, kamu vicdanının sorduğu bir soru hâlâ yanıtsız: Bütün bu açıklamalar niye neden Türkiye yeterince Filistinin yanında icraat olarak durmuyor vede duramıyor.
Bir yanda kardeş Filistin halkı için dökülen gözyaşları, diğer yanda İsrail’le sürdürülen diplomatik ve ticari ilişkiler… Bu çelişki, her Gazze saldırısında daha çok görünür oluyor. Zira bir ülkenin sözleriyle eylemleri arasındaki fark büyüdükçe, inandırıcılığı da azalıyor.
Türkiye gibi güçlü bir ülkenin vicdani öncülüğü, sadece açıklamalarla değil, cesur adımlarla anlam kazanır. Savaş suçlarının işlendiği, sivillerin topluca öldürüldüğü bir coğrafyada; diplomatik kaygılar, ekonomik hesaplar ikinci plana itilmelidir. Çünkü mesele artık sadece Filistin meselesi değil, doğrudan insanlık meselesidir.
Gazze’de susmak, zalimin yanında durmaktır. Bu sessizlik; bombadan daha sessiz, ama daha öldürücüdür. Türkiye’nin tarihsel misyonu, sadece Filistin için değil, bütün mazlum coğrafyalar için ayağa kalkma iddiasını taşır. Eğer bu iddia bugün Gazze için geçerli değilse, ne zaman geçerli olacaktır?
Dış politika elbette akıl ister. Ama bazı anlar vardır ki, vicdan aklın önüne geçmelidir. Gazze, işte tam da böyle bir andır. Türkiye, sadece stratejik hesaplarla değil, ahlaki bir pusulayla hareket etmelidir. İsrail’le ilişkileri sıfırlamak değil belki ama, bu ilişkileri yeniden tanımlamak gereklidir. Özellikle savaşın devam ettiği, çocukların can verdiği dönemlerde, iş birliği değil, mesafe gerekir. Net ve caydırıcı bir duruş, sadece Filistinliler için değil, bütün dünya mazlumları için umut olur.
Gazze yanıyor. Bu yangını durdurmak Türkiye’nin tek başına sorumluluğunda olmasa da, en azından bu yangına kör ve sağır kalmamak boynunun borcudur. Bir çocuğun son nefesiyle birlikte susan dünya karşısında, Türkiye’nin susmaması, yalnızca siyasi değil, insani bir zorunluluktur.
Gazze, haritada değilse de kalbimizde bir ülke. Orada akan kan, bizim insanlığımızdan eksilen her damladır. Ve unutmayalım: Gazze sustukça, insanlık da ölüyor.
Ama mesele sadece susmakla da kalmıyor artık. Sessizliğin ötesinde bir alışmışlık hâli var. Bombaların sesi bile haber değeri taşımıyor bazı medya kuruluşlarında. İnsanlar ölüyor ve dünya bu ölümleri normalleştiriyor. Tüm dünyanın gözleri önünde yürütülen bu yıkım, sanki sıradan bir doğa olayıymış gibi sunuluyor. Oysa hiçbir şey bu vahşeti sıradanlaştıramaz. Hiçbir siyasi denge, bir çocuğun başucuna düşen bombadan daha ağır basamaz.
Türkiye’nin bu noktada yapacağı her eylem sadece Filistin’e değil, kendi tarihine de bir not düşecektir. Zira tarih, sadece kazananları değil, susanları da yazar. Bir gün bu çağın çocukları geçmişe dönüp baktığında; kim konuştu, kim sustu, kim ticaret yaptı, kim boykot etti; hepsini görecek. Bu yüzden her duruş, yarınlara bırakılmış bir mesajdır.
Gazze için bugün gösterilecek her çaba; yarın dünyanın başka bir köşesinde işlenecek bir suçu engelleme iradesidir. Zulüm, yalnız bırakıldığında çoğalır. Vicdan ise ses bulduğunda büyür. Türkiye, bu sese öncülük edebilir. Etmelidir.
Unutmayalım, bir gün herkes kendi tarafını seçecek: Ya suskun çoğunluğun parçası olacak ya da zalime karşı mazlumun safında duracak. O gün geldiğinde, biz hangi safta anılmak istiyoruz?
İşte bu sorunun cevabı, yalnız Gazze’yi değil, bizi de kurtaracak.